34,5467$% 0.18
36,0147€% -0.62
43,3470£% -0.52
3.005,41%1,48
2.705,79%1,29
9.549,89%1,94
24 Kasım 2024 Pazar
Beşiktaş, Trendyol Süper Lig’in 13. haftasında Göztepe’yi konuk edecek. Bu heyecan dolu karşılaşma, 19.00’da Tüpraş Stadı’nda başlayacak. Maçın hakemliğini Alper Akarsu üstlenecek. Mücadele, futbolseverler tarafından merakla bekleniyor ve beIN Sports 1 kanalından canlı olarak yayınlanacak.
Muhtemel 11’ler
Bu maç, her iki takım için de büyük bir önem taşıyor. Beşiktaş, evinde kazanarak puan cetvelinde üst sıralara tırmanmayı hedefliyor. Göztepe ise zorlu deplasmandan puan veya puanlar alarak ligdeki konumunu güçlendirmek istiyor.
Kaynak: Ensonhaber
Ensonhaber.com’un haberine göre, Türkiye’nin Güney Amerika’daki varlığı güçlenmeye devam ediyor. Ekvador’da yeni bir Türkiye Fahri Başkonsolosluğu açıldı. Bu önemli adımın, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da sağlamlaşmasında büyük bir rol oynaması bekleniyor.
“Ekvador’un İstanbul’u”
“Ekvador’un İstanbul”u olarak bilinen Guayaquil kentinde faaliyet gösterecek Fahri Başkonsolosluğun resmi açılışı, ülkedeki Hilton Colon Oteli’nde düzenlenen bir resepsiyonla gerçekleştirildi. Açılış törenine, Türkiye’nin Kito Büyükelçisi Başak Yalçın ve Türkiye’nin Kito Büyükelçiliği tarafından Fahri Başkonsolos olarak atanan Ekvador vatandaşı Alvaro Dassum Alcivar katıldı. Ayrıca, kentin önde gelen isimleri, tanınmış iş insanları ve Türk vatandaşları da etkinlikte yer aldı. Ekvador basını da bu önemli programa yoğun ilgi gösterdi.
“Bu Göreve Layık Görüldüğüm İçin Gururluyum”
Fahri Başkonsolos Alvaro Dassum, açılışta yaptığı konuşmada, Türk hükümeti tarafından bu prestijli göreve layık görülmekten büyük bir gurur duyduğunu ifade etti. Dassum, iki ülke arasındaki dostane ilişkilerin her alanda geliştirilmesi için elinden geleni yapacağını vurguladı. Bu yeni görev, Türkiye ile Ekvador arasındaki kültürel ve ekonomik ilişkilerin derinleşmesine katkı sağlaması açısından büyük bir fırsat olarak değerlendiriliyor.
Kaynak: Ensonhaber
Patronlar Dünyası’nın haberine göre, genç oyuncu adaylarına yönelik “Başarı için soyun” veya “Rolü kapmak için sınırlarını zorla” gibi akıl dışı telkinler, hayallerini gerçekleştirmek isteyen bu gençlerin yaşamlarını kabusa dönüştürmekte. Sanatın adı kullanılarak normalleştirilen bu taciz sistemi, genç yeteneklerin hem fiziksel hem de ruhsal olarak istismar edilmesine yol açıyor.
Özellikle ‘B.A.’ isimli bir kişinin, senaryo değişiklikleri yaparak birçok oyuncuyu audition’a çağırdığı iddiaları sektörü sarsmakta. Maalesef, bu kişinin oyunculardan ahlak dışı taleplerde bulunduğu açıkça belirtilse de, sektörde bu konu hakkında konuşmak isteyen neredeyse kimse yok.
Korku mu? Kabullenmişlik mi?
Sessizlik, görünüşe göre bu karanlık sistemin en büyük koruyucusu haline gelmiş. B.A., çektiği videolarla tüm oyuncu adaylarından bir koleksiyon oluşturmuş. Bu durum, korkunç bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Yaşananların ardından birçok genç oyuncu adayı soluğu mahkemede almış ve oyuncu sendikasına art arda şikayetler yapılmış. Kimse, bir oyuncu adayından, sanatı bahane ederek bedeninden ya da onurundan ödün vermesini isteyemez. Ne bir cast direktörü, ne bir menajer, ne de bir yapımcı bu hakkı kendinde bulamaz.
Bu sistemin görünmez kurallarını yıkmak, sektördeki herkesin sorumluluğudur. Bu mesele, yalnızca oyuncuların değil, aynı zamanda yapımcıların, yönetmenlerin, sendikaların ve toplumun tamamının sorumluluğudur. Çünkü sessizlik, suçluyu güçlendirir. B.A. gibi isimlerin sektörde varlık göstermeye devam etmesi, bu karanlık sistemin sürmesine zemin hazırlar. Eğer sektör net bir tavır almazsa, genç oyuncuların hayalleri, bu sistemin kurbanı olmaya devam edecektir.
Sanat, bir bedel değil, bir değer yaratma sürecidir. Bu değer, her şeyden önce insan onurunu korumayı gerektirir.
Kaynak: Patronların Dünyası
Patronlar Dünyası’nın haberine göre; Atatürk’ün yaşadığı dönem, iki dünya savaşı arasındaki karmaşık bir süreçtir. Bu zaman dilimi, yalnızca demokrasi fikrinin değil, aynı zamanda Avrupa medeniyetinin birçok parlak yönünün de karanlık bir döneme girdiği bir zamandır. Demokrasi fikrini temellendiren düşünürler dahi, Anglosaksonlar dışında, çok partili rejimin karşıtı olmuşlardır. Onlar, demokrasiyi bir şarlatanlık, burjuva aldatmacası veya daha da ileri giderek “Yahudi komplosu” olarak nitelendirmişlerdir. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri olan Atatürk’ün, demokrasi karşıtı herhangi bir beyanatının olmadığı aşikardır.
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu mücadelesini sürdürdüğü ve ilk büyük zaferini kazandığı günden itibaren (yani Eylül 1921 Sakarya Zaferi), Türkiye’nin kurucu Gazi mareşali ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin başkanı olarak uluslararası alanda dikkat çekmiştir. Ancak, çağdaşı olan Türk aydınları, özellikle Halide Edip Hanım gibi önemli figürler, onun üzerine çok çarpıcı görüşler ve tasvirler sunmuşlardır. Nazım Hikmet de, yaşça daha genç olmasına rağmen, bu kuşağın önemli bir temsilcisi olarak Kuvâyi Milliye Destanı’nda çizdiği Atatürk portresiyle, samimi ve vatansever bir resim sunmuştur; bu eser, adeta anıtsal bir nutuk niteliğindedir.
İki Harp Arası Dönem
Gazi Paşa ile İstiklal Harbi’ni yaşayan, Anadolu Ajansı’nın kurucusu ve gerçek mimarı Halide Edip Hanım ile eşi Adnan Adıvar, bir süre sonra onunla ideolojik çatışmaya girmişlerdir. Çatışmanın temel sebebi demokrasi ve liberalizm olmuştur. Ancak, bu saygın ikilinin gerçekle teması konusunda tereddütlerim var. Atatürk’ün dönemi, iki dünya savaşı arasında sıkışmış bir zaman dilimidir ve bu dönem, sadece demokrasi fikrinin değil, Avrupa medeniyetinin tüm parlak yönleri için bir çöküş dönemidir. Bu dönemde, Türkiye Cumhuriyeti liderinin demokrasiye karşı hiçbir açıklamasının olmaması dikkat çekicidir.
Hariciye Vekâleti arşivimizin dağınıklığı dolayısıyla, önemli belgeler bazen yanlışlıkla karıştırılmakta ve kaybolmaktadır. Ancak, merhum büyükelçi ve tarihçi Bilal N. Şimşir’in bulduğu, faşist diplomatik çevrelerdeki sefirlerimizin ve diplomatlarımızın nasıl hareket etmesi gerektiğine dair Atatürk’ün talimatları oldukça çarpıcıdır. Führer Almanyası ile kimsenin gırtlak gırtlağa gelme durumu yoktu. Ancak, cumhuriyeti kuran kadronun bu tarafı son derece sağlamdır; Almanlara karşı bir güvensizlik vardı. Batı demokrasisi, Kemalist grup nezdinde “Anglosaksonlar” olarak adlandırılıyordu. Britanya, Kemalist Türkiye’nin politik husumet dolayısıyla başında çok çekiştiği ama Lozan’dan sonra ister istemez yakın durduğu, saygı gösterdiği bir ülke olmuştur. Birleşik Devletler’e de o dönemde benzer bir mesafeden bakılmıştır.
Daron Acemoğlu ve Üç Temel Konu
İnsanlarımız bu dönemi yeterince anlamakta zorlanıyorlar. Daron Acemoğlu, 1980’lerden beri Ankara’da, Siyasal Bilgiler muhitinde, İstanbul’da Sencer Divitçioğlu Hoca’nın etrafındaki arkadaşlarım arasında ismi sıkça anılan bir isimdi. İktisadi hayatın dengelerinin kurulmasında tüketici kalıplarının önemini vurgulayan bir yaklaşımı olduğu söylenirdi. Bu karakteriyle yazdıklarını geç okudum. Meslek hayatındaki gelişmeler ve hakkında yapılan uzun analizler, ciddi bir iktisatçı ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Hatta bazıları onun ileride Nobel ödülü alabileceğini bile dile getiriyordu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin saygın bir hocasının, Kevork Acemoğlu’nun oğlu olduğunu biliyoruz. İstanbul Ermeni toplumunun seçkin bir ailesine mensuptur ve Galatasaray gibi milli bir müessesede eğitim almıştır. Belki de biraz erken olarak Amerika’ya adım atmıştı. Eğer lisansında ciddi bir tarih bilgi birikimi edinebileceği bir İngiliz üniversitesinde veya Fransa’da eğitim almayı tercih etseydi, daha farklı bir konumda olabilirdi.
Şunu söylemek istiyorum; tarihçilik, bazı başarılı statülerle otomatik olarak gelen bir yetenek değildir. Bizde iktisatçı olduğu hâlde tarih dalında gelişen, uğraşan kişiler de bulunmaktadır. İlhan Tekeli mühendis şehircidir ama cumhuriyetin iktisat tarihi üzerindeki ilginç ve ayrıntılı monografileriyle tanınmaktadır. Bana her zaman bu muhterem hocanın söylediği bir şey vardı; “tarih başka bir şeydir”. Evet, Johann Gustav Droysen’in dediği gibi “tarih bilim değildir, bilimin üstündedir”. Acemoğlu’nun Arapların Osmanlı dönemindeki iktisadi gelişimi üzerine Oksijen gazetesinde kaleme aldığı yazısını okudum; maalesef içeriği oldukça yüzeyseldi. Anglosakson tarihçiler arasında ve özellikle İsrail’de, 19. yüzyıl Arap ülkeleri üzerine yazılan ciddi araştırmalar mevcuttur. Acemoğlu’nun bu konudaki yorumları, kampüsteki Arap entelektüellerinden esinlenerek yazıldığı aşikardır.
Daron Bey’in oradaki ifadesine göre, Osmanlı döneminde bir gelişme yaşanmamış; ancak tarihi izleyen Mark Sykes gibi figürler, farklı değerlendirmelerde bulunmaktadır. Daron Bey’in bu gazetede Macaristan üzerindeki yazısını da inceledim; “Macaristan demokrat değil, Avrupa Birliği’nden atılmalı” demiş. Bu ifadeleri, Amerikalı olsa da MIT’de profesör olsa da, doğu kökenli bir delikanlı olarak değerlendirmek gerekir. Avrupa tarihini ne kadar incelediğini merak ediyorum. Eğer Macaristan Avrupa Birliği’nden atılırsa, o Avrupa Birliği’nin neye yarayacağı da açık bir sorudur; herhalde Romanya ve Bulgaristan ile devam edecek bir birliktelik olamaz. Bu tür ifadeleri, akşam kahve sohbetlerinde dile getirmek daha yerinde olurdu. O dönemde Nobel ödülü almamıştı ama yine de saygın bir akademik kurumun değerli bir hocasıydı. Bu tür düşünceleri açıkça ifade etmek, oldukça cesur bir tutumdur. Ancak bazı pozisyonlar, bazı söylem biçimlerinin dengelemeyi ve sınırlamayı gerektirdiğini unutmamak gerekir.
Üçüncü Konu
Atatürk devri üzerinde yazan insanların, Batı’daki bu tür söylemlere kaynaklık eden Erich Jan Zürcher yorumundan etkilenmiş olabileceği görülmektedir. O kitabı herhalde okumuş olmalı ve bu etkiden dolayı, kendi değerlendirmelerini bu çerçevede şekillendirdiğini düşünüyorum. Zürcher, kaynak kullanımı açısından oldukça eksik bir yazar olarak karşımıza çıkmaktadır. Sınırlı kaynak yorumcusu ve nakilcisidir. Eğer Avrupa kaynakları ile ilgileniyorsa, cumhuriyet dönemi için Bernard Lewis’ten başlamalı ve Andrew Mango ile devam etmelidir. Hadi, Stanford Shaw’u beğenmiyorsanız, Paraşkev Paruşev’e kadar uzanabilirsiniz.
Daha Oturaklı Değerlendirmeler Yapmalı
İnsanların tarihteki bazı dönemlerle ilgili hoşnutsuz anıları olabilir. Ancak, böyle anılar bir imparatorluğun mirasçıları olarak Türk toplumu için bu tür üzüntüler yalnızca belli gruplara ait değildir. Rumeli’den gelenlerin ayrı travmaları, Kafkasya göçlerinden gelenlerin farklı hikâyeleri ve Rusya topraklarından gelenlerin bambaşka deneyimleri vardır. Bir ülkenin tarihi ne kadar zengin ve karmaşıksa, ki bu Birinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan büyük imparatorlukların mirasıdır, hakkında hüküm vermek de bir o kadar derin bir okuma ve düşünmeyi gerektirir. Daron Acemoğlu’nun bir iktisat ödülünü üçe bölerek alacak biri olduğunu düşünmüyorum; bu konuda kendisine haksızlık yapılmış olabileceğini de belirtmek isterim. Bu noktayı göz önünde bulundurarak daha dikkatli değerlendirmeler yapması tavsiye edilir.
Zavallı Nuruosmaniye
Bir zamanlar Eminönü Belediyesi’nin en talihsiz icraatı, Sultanahmet Meydanı’nı garip barakalarla donatmak olmuştu. Bu durum, geleneksel bir faaliyet haline dönüşemedi. Ne Sultanahmet Kitap Fuarı’na gitme alışkanlığı gelişti ne de İstanbul halkı, dışarıdan gelen ziyaretçiler, bu meydanda güzel bir gün geçirip etrafı gözlemleme alışkanlığını edinebildi. Bugünlerde yine İstanbul’un dört bir yanında belediyeler, en seçkin yerleri kulübelere terk ediyorlar. Çar Rusyası’ndaki şehirlerin semtlerinde fukaralığı temsil eden ve bizde de maalesef kasaba görüntüsünü İstanbul’a taşıyan bir yenilik bu. Daha birkaç yıl önce milyonlarca lira harcanarak tam 7 yılda restore edilen, 2016 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne giren Nuruosmaniye Camii’nin önündeki meydan, şimdi gördüğünüz üzere “gecekondularla” kuşatılmış durumda.
Bunun Mesulü Kim?
Kapalıçarşı’yı, Nuruosmaniye’yi ve Çemberlitaş Sütunu’nu ziyarete gelen bir İstanbullunun veya turistin bu çirkinliğe nasıl tahammül etmesini bekliyorsunuz? Bu tip barakalarda belediyelerin ne kazandığı beni hiç ilgilendirmiyor. Çünkü vergi mükellefinin cebinden çıkan parayla biçimlendirilen bir meydana, bu tür çirkinliklerin gereksiz olduğunu düşünüyorum. İstanbul halkı, güzel şeyler görmek istiyor. Değişik ortamlarda gezinmek istiyor. Bari bunalan ruhumuz açığa çıksın; bunu bile çok görmeyin. Bunun mesulü kim? Fatih Belediyesi mi yoksa Büyükşehir Belediyesi mi? Şunu söyleyebilirim ki, belki birbirinize muhalif olduğunuz için “Nasıl olsa ben değilim” diyebilirsiniz ama insanlar, bu işin kimden kaynaklandığını fazla merak etmezler; sonuçta iş, büyükşehir belediyesine patlar.
Kaynak: Patronların Dünyası
Patronlar Dünyası’nın haberine göre; Hürriyet’ten Beyazıt Şenbük’ün aktardığına göre, Türkiye’nin 1999 yılında yaşadığı 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde, o zamanlar sadece 2. sınıf öğrencisi olan Pelin Pehlivan, ailesiyle birlikte bir süre çadırda yaşamak zorunda kaldı. İlkokul eğitimine çadır ve konteyner sınıflarda, başka şehirlerden gelen fedakar gönüllü öğretmenlerin desteğiyle devam etti. 2014 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Bölümü’nden mezun olduktan sonra, öğretmenlik mesleğine adım attı. Aynı zamanda yüksek lisans eğitimine devam ediyor ve ileride doktora yapma hedefi bulunuyordu.
Pelin, Düzce’de bir özel okulda öğretmenlik yaparken, 6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş merkezli depremler meydana geldi. DEPREMİ DUYUNCA HEMEN HATAY’A KOŞTU Asrın felaketi olarak nitelendirilen bu depremde, Pelin’in kendi çocukluğunda tanık olduğu travmalar yeniden gün yüzüne çıktı. Çocukların, hayatlarından önemli parçaları kaybettiğini görerek, onların yeniden bir gelecek inşa etmeleri için şefkatli bir el uzatmanın gerekliliğini hissetti. O gün Pelin, doktora hayalini bir kenara bırakıp çalıştığı okuldan ayrıldı. Düzce’deki ailesini geride bırakarak, çocukların yaralarını sarmak ve eğitim süreçlerine destek olmak amacıyla Hatay’a doğru yola çıktı.
Pelin Pehlivan, 6 Şubat sonrası öğrenciler için neler yaptığını şu sözlerle anlattı: “6 Şubat depremlerini duyduğumda, çocukluğumdan kalma travmalarım yeniden tetiklendi. Ancak korkularımın üstesinden gelerek, herkes gibi ben de ‘Bir şey yapmalıyım’ dedim ve okuldan 1 ay izin alarak Hatay’a gittim. 8 ay boyunca çadırda, ardından konteynerde yaşadım. Yeniden çadıra dönmek benim için çok tanıdık bir duyguydu. Hatay’da, önce çadırlarda, ardından konteynerlerde depremin bıraktığı derin yaraları olan çocuklara yardım etmeye çalıştım. Bu süreçte, bölgeye fedakarca yardım eden çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yaptım. Okulun sadece bir bina olmadığını, sınıfın sadece dört duvar arasında olmadığı gerçeğini zaten biliyordum. 8 yaşında çadırda okuyan bir çocukken, şimdi 33 yaşında bir çadırda öğretmenlik yapıyordum. Bugün, 25 yıl önceki çocukluğuma ve beni iyileştiren öğretmenlere olan borcumu ödüyorum. Ben aslında depremzede öğrencilerimizin gelecekteki halleriyim. İyi ki Hatay’a gitmişim. Öğrencilerin gözlerinde umudu ve geleceği görüyorum. Bu umudun bir parçası olmaktan gurur duyuyorum.”
YOLU 112 HAVVA İLE KESİŞİNCE…
Pelin Pehlivan, Hatay’daki gönüllü öğretmenlik sürecini çeşitli STK’larla birlikte yürüttü. 2024 yılında Ülkem Okuyor Derneği Başkanı Havva Aydanur Ertuğrul ile tanıştı ve gönüllü öğretmenlik faaliyetlerine 112 Havva’nın açtığı çadır okulları ve kütüphanelerde devam etti. Depremzede çocuklarla yakından ilgilenen ve özveriyle çalışan Pelin, dernek bünyesinde 112 Havva’nın yardımcısı oldu.
Kaynak: Patronların Dünyası